4/08/2008

a n l a m ı y o r u m...


Anlamıyorum neden insanlar birbirine ‘hoşçakal’ diyor. Nasılsa bu hayat bir ‘yolculuk’ ve sonu hepimizin gittiği tek bir yere varıyor…

Anlamıyorum neden gençler yaşlılığa, yaşlılar gençliğe özeniyor?
Tükenmez kalemin de mürekkebi bir gün bitiyor…

Anlamıyorum neden ‘aşk’ illa ki bir sevgiliye mâl ediliyor,
insan neden yaptığı bir iş’e aşkla tutunamıyor?
Neden ‘aşık’ dediğim zaman önce parası, pulu, saçı, bıyığı merak ediliyor?
Bir insan ‘insan’ olma özelliğini bunlardan mı alıyor?

Anlamıyorum ... İnsan neden birbirini hırpalıyor? Neden bakışlar kendi dilini yaratamıyor?

Domates çorbası mı hayat?
Neden annem bir tutam tuz, bir tutam maydanoz diye tarif verebiliyor da domates yerine salça katıyor?
Onun eşrafı, bunun geçmişi, şunun soyadı bu kadar önem taşıyor da,
neden insanın sonradan çıldırma olasılığı hesaba katılamıyor?
Neden insan derli toplu yataklarda uyuyup, dağınık yatakları özlüyor?
Neden içerideki bir mesele, dışarıdakinin çenesini yoruyor?
İnsan kendini konuşmaktan mı korkuyor?

Anlamıyorum neden insan cevabını duymak istemediği soruları yine de soruyor,
Neden içsel yolculuğu için önce kendine değil de, taaa Hindistan’a taaa Tibet’e uzanıyor?
Neden hep eksik bir şeyler var, neden mecbur kılınan bu kararlar?
Neyi tamamlama yarışındayız, anlamıyorum niçin bu olmazsa olmazlar?
Anlamıyorum etin tırnaktan ayrılmayacağını bile bile, neden inatla ayırmaya kalkılıyor?
‘Herşey yavan, herşey yalan’ diyen kendine yazık ediyor, en güzel yıllarını da yaşanmamış sayıyor.

Kadının gözüne erkek avcılığı, erkeğin ağzına kadın çığırtkanlığı yakışmıyor,

kadın da erkek de birbirini sevecek kadar birbirini tanımaya tahammül edemiyor…
Neden kimse birbirini gerçek bir sevgiyle sevmiyor? sevme biçimi herhese göre mi değişiyor?
Anlamıyorum insan neden işe gelemediğinin mazeretini hastalığa atıyor,
bir tek günü öylece bomboş-yapayalnız-sadece kendini şımartmaya ayıramıyor?
Neden saygı çerçevelenip duvara asılıyor, kırk yılda bir lütufla hatırlanıyor?
Neden eleştiri ince ayarı yapılmadan saldırıya dönüşüyor ve inatla hala buna ‘eleştiri’ deniyor?

An-la-mı-yo-rum…

Neden otobanlarda sol şeritte 60 la gidiliyor, kurallar uyulmamak için mi koyuluyor?
Neden büyük müzayedelerde o çok ünlü eserler laf olsun diye alınıyor,
gösteriş uğruna koskoca kültür bir odanın ortasına hapsediliyor?
Neden az uyuyup çok yaşamak varken, bütün zaman rüyalarda geçiriliyor?
Neden fitrenin ölçüsü ytl bazlı oluyor da yardımlar zarif bir dokunuşla gönülden yapılamıyor…

Neden duygusal yaralar kurşun deliği gibi kapanmıyor …gittikçe açılıyor, gittikçe kanıyor …

Anlamıyorum…
Hiç anlamıyorum…
Sığ insan kendi kıyısında kral oluyor da,
düzgün insan neden kendi okyanusunda sesini duyuramıyor?
Neden insan ‘ben buyum’ demekten kendini alıkoyuyor, fikir nerede erezyona uğruyor?
Niçin şifreli gülümseme, niçin imalı kelime ‘Bir evet-bir hayır’ dan daha çok dokunuyor?

Niçin konuşmamanın gerektiği yerlerde çıkıyor insanın ağzından en yaralayıcı laflar?
Niçin kıyasıya rekabetlerin olduğu yerler en çok kadının ve paranın geçtiği durumlar?

Milli, fikri, zikri yaklaşımların niçin bir özürü, bir telafisi bulunmuyor?
Niçin insanın ruhuna ve aklına prangalar vuruluyor?
Niçin karşısındakine tutunmayı hak görüyor da insan, kendine tutunmayı başaramıyor?
Başkalarının yaptığı ‘ayıp’ oluyor da niçin insan kendi yaptığını ‘özel’ buluyor?
Sahte para suç oluyor da sahte sevgi hangi mahkemeye sevk ediliyor?
Milli değer milli değer diyen çığırtkanlar, neden magazini ana habere taşıyor?

Anlamıyorum …
Normal okuldan mezun olanlar ‘normal’, özel okuldan mezun olanlar ‘çok özel’ mi oluyor?
Oysa istisnasız her bir Öğretmen aynı cehaletle savaşıyor…
Çok yaşamak, çok okumak bir insanı bilge mi yapıyor?
Derin bir gözle bakmadıkça, yaşamanın da okumanın da ne değeri kalıyor?

Anlamıyorum…
Neden çok gülmenin adı ‘hafifmeşreplik’, çok ağlamanın adı ‘zayıflık’ oluyor?
Hem gülmeye, hem ağlamaya; kadın da erkek de eşit oranda ihtiyaç duyuyor...
Neden ihanet suç, sevmek namus? İkisi de tek kaynaktan aynı nehre akıyor.
Ölüm bir bedenin ölmesi mi? İnsan elini kolunu sallaya sallaya da bir ölü gibi dolaşabiliyor...

Anlamıyorum, teorikte doğrulanan sözler, pratikte nasıl bu kadar sekteye uğrayabiliyor?
İnsan konuştuğu gibi yaşamayı mı beceremiyor?

‘Özü sözü bir’ dediğimiz insanlar neden daha erken ölüyor, dürüstlük hayatı mı kısaltıyor?

Neden ‘yenilen pehlivan güreşe doymuyor’… galibiyet çok yenilmekten mi geçiyor?

Neden ‘öfkeyle oturan zararla kalkıyor’,… öfke çıkmadan sabra sıra mı gelmiyor?

Neden en çok zırvalayanlar en çok başkalarını suçlayanlar…
delilik kendini haddinden fazla sevmekle mi geliyor?

Neden herkes herşeyi bilmeye çalışıyor, tek bir şeyin herşeyini bilmek yetmiyor?

Neden ‘güzel’ bulmadığı bir şeye ‘değişik’ diyor insan, karşısındakini incitmekten mi korkuyor?

Anlamıyorum neden hayatı büyük mücadelelerle geçen insanlar, sevgi de daha verici oluyor,
Mücadele ruhu, sevgiyi korumayı ve sevgiye sahip çıkmayı mı öğretiyor?

Neden herşey sabah aydınlığında aranıyor?
Oysa gecenin içinde yıldızlar daha çok parlıyor…

Anlamıyorum,...
Neyin kavgasını veriyoruz birbirimizi üzerek?
Aç bir çocuğun eğik başı, hepimizin ciğerini dağlıyor...

Neden komşumuzu gördüğümüz yer ya kürkü ya da koltuğu?
İnsanın tek ve gerçek yuvası misafir olduğu ruhu.

Anlamıyorum neden insan, kendini kendine saklıyor?
Mezar taşları konuşmayı bilmiyor…

Sizin hiç penceresine bisiklet dayadığınız eviniz oldu mu?






Sizin hiç penceresine bisiklet dayadığınız eviniz oldu mu? Anahtarınızı pervazına iliştirdiğiniz, terliklerinizi demirine sıkıştırdığınız, fesleğenin genzinizi yakan kokusu ve topraktan çeşit çeşit saksılarınızın olduğu bir pencereniz oldu mu?

O pencereyi suladınız mı güneş yakarken ortalığı? Duvardan akan suların yolu ıslattığı, o ıslanan yolda çomakla yol yaptığınız kuşların su içtiği... sevip sevip uydurduğunuz bir sevgilinin adını ağaca kazıdığınız bir sokağınız oldu mu hiç?... Akşamları işten dönecek de balon getirecek diye beklediğiniz babanız oldu mu sokak kapısının merdivenlerinde? Peki küçük kardeşinizin okul yolunu gözlediniz mi pencere önünde? Ya karıncalar! Seyrettiniz mi gün boyu önünüzden yola akan konvoyu?

Apartman boşluklarından, açılmayan çift camlı hava geçirmez yüksek pencerelerden, sadece ve sadece kapıcıyla kurulan iletişimden, bisikletinizi 30 kilitli bir oyuncaktan ibaret balkon süsüne çevirmekten, çiçekleriniz varsa bile aşağıya su sıçrar telaşıyla onları güzelim baharlarda sereserpe sulayamamaktan başka bir hayatınız olmadı mı yoksa?... Nasıl bir dört duvarda kaybolmak bu?

Bütünleşmeden toprakla ağaçla, çelikle çomakla, pencereyle pervazla, korkarak hırsızdan uğursuzdan, yalnızlıktan, sevgisizlikten, daha nereye kadar kaçarak yaşamak?

Eğer bisikletinizi dayadığınız bir pencereniz olduysa bir zamanlar, eğer evinizin duvarına çarpan misketleriniz olduysa ve bahçedeki kuyudan su içtiyseniz, karşı ki komşuya bir kase çorbayı çok görmediyse anneniz, sevmeyi sevilmeden de başarabildiyseniz, yokluklarınızı bir başkasına en önemlisi annenize babanıza yüklemediyseniz, siz de bir zamanlar yaşadınız demek ki...

Bir zamanlar hakikaten bir turuncu ev vardı ve perdelerini annem örmüştü, ben saksıda ki çiçekleri sulamıştım. Bisikletimi pencereye dayayıp uyurdum geceleri. Karşı komşumuz Lütfiye teyzenin bilirdim beni kollayacağını topumu alınca diğerleri. Küçük kardeşim yaramazdı biraz, toz toprak gelirdi karşıki mahalleden. Annem kızmazdı. Bilirdi ki biz çocuktuk. Bilirdi çocukluğumuzun en güzel anları, perdelerini ördüğü pencerelerde, kapısını babamın taktığı bu evde yaşanacaktı ve asla geriye dönüşü olmayan güzel anların kaynağı olacaktı. Mutlu geçirilmiş bir çocukluğun üzerine, büyük şanssızlıklar da eklense, siz kötü bir insan olamazdınız, annem bunu bilirdi...

Biz o kadar mutluyduk ki korkmadık hiç bir şeyden. Hiç aç kalmadık sevgiye, özveriye, saygıya, merhamete. O turuncu boyalı penceremiz, 4 oda bir sofa evimiz yıkılmaya yüz tutsa da, biz hiç utanmadık yokluklardan, çünkü yokluklarımızın ana fikri para olmadı hiç bir zaman.

Kapımız, penceremiz herkese açıktı. Biz evimizi, kapımızı, penceremizi, herkesi ve birbirimizi çok sevdik.

Çok sevdik...

4/08/2008

a n l a m ı y o r u m...


Anlamıyorum neden insanlar birbirine ‘hoşçakal’ diyor. Nasılsa bu hayat bir ‘yolculuk’ ve sonu hepimizin gittiği tek bir yere varıyor…

Anlamıyorum neden gençler yaşlılığa, yaşlılar gençliğe özeniyor?
Tükenmez kalemin de mürekkebi bir gün bitiyor…

Anlamıyorum neden ‘aşk’ illa ki bir sevgiliye mâl ediliyor,
insan neden yaptığı bir iş’e aşkla tutunamıyor?
Neden ‘aşık’ dediğim zaman önce parası, pulu, saçı, bıyığı merak ediliyor?
Bir insan ‘insan’ olma özelliğini bunlardan mı alıyor?

Anlamıyorum ... İnsan neden birbirini hırpalıyor? Neden bakışlar kendi dilini yaratamıyor?

Domates çorbası mı hayat?
Neden annem bir tutam tuz, bir tutam maydanoz diye tarif verebiliyor da domates yerine salça katıyor?
Onun eşrafı, bunun geçmişi, şunun soyadı bu kadar önem taşıyor da,
neden insanın sonradan çıldırma olasılığı hesaba katılamıyor?
Neden insan derli toplu yataklarda uyuyup, dağınık yatakları özlüyor?
Neden içerideki bir mesele, dışarıdakinin çenesini yoruyor?
İnsan kendini konuşmaktan mı korkuyor?

Anlamıyorum neden insan cevabını duymak istemediği soruları yine de soruyor,
Neden içsel yolculuğu için önce kendine değil de, taaa Hindistan’a taaa Tibet’e uzanıyor?
Neden hep eksik bir şeyler var, neden mecbur kılınan bu kararlar?
Neyi tamamlama yarışındayız, anlamıyorum niçin bu olmazsa olmazlar?
Anlamıyorum etin tırnaktan ayrılmayacağını bile bile, neden inatla ayırmaya kalkılıyor?
‘Herşey yavan, herşey yalan’ diyen kendine yazık ediyor, en güzel yıllarını da yaşanmamış sayıyor.

Kadının gözüne erkek avcılığı, erkeğin ağzına kadın çığırtkanlığı yakışmıyor,

kadın da erkek de birbirini sevecek kadar birbirini tanımaya tahammül edemiyor…
Neden kimse birbirini gerçek bir sevgiyle sevmiyor? sevme biçimi herhese göre mi değişiyor?
Anlamıyorum insan neden işe gelemediğinin mazeretini hastalığa atıyor,
bir tek günü öylece bomboş-yapayalnız-sadece kendini şımartmaya ayıramıyor?
Neden saygı çerçevelenip duvara asılıyor, kırk yılda bir lütufla hatırlanıyor?
Neden eleştiri ince ayarı yapılmadan saldırıya dönüşüyor ve inatla hala buna ‘eleştiri’ deniyor?

An-la-mı-yo-rum…

Neden otobanlarda sol şeritte 60 la gidiliyor, kurallar uyulmamak için mi koyuluyor?
Neden büyük müzayedelerde o çok ünlü eserler laf olsun diye alınıyor,
gösteriş uğruna koskoca kültür bir odanın ortasına hapsediliyor?
Neden az uyuyup çok yaşamak varken, bütün zaman rüyalarda geçiriliyor?
Neden fitrenin ölçüsü ytl bazlı oluyor da yardımlar zarif bir dokunuşla gönülden yapılamıyor…

Neden duygusal yaralar kurşun deliği gibi kapanmıyor …gittikçe açılıyor, gittikçe kanıyor …

Anlamıyorum…
Hiç anlamıyorum…
Sığ insan kendi kıyısında kral oluyor da,
düzgün insan neden kendi okyanusunda sesini duyuramıyor?
Neden insan ‘ben buyum’ demekten kendini alıkoyuyor, fikir nerede erezyona uğruyor?
Niçin şifreli gülümseme, niçin imalı kelime ‘Bir evet-bir hayır’ dan daha çok dokunuyor?

Niçin konuşmamanın gerektiği yerlerde çıkıyor insanın ağzından en yaralayıcı laflar?
Niçin kıyasıya rekabetlerin olduğu yerler en çok kadının ve paranın geçtiği durumlar?

Milli, fikri, zikri yaklaşımların niçin bir özürü, bir telafisi bulunmuyor?
Niçin insanın ruhuna ve aklına prangalar vuruluyor?
Niçin karşısındakine tutunmayı hak görüyor da insan, kendine tutunmayı başaramıyor?
Başkalarının yaptığı ‘ayıp’ oluyor da niçin insan kendi yaptığını ‘özel’ buluyor?
Sahte para suç oluyor da sahte sevgi hangi mahkemeye sevk ediliyor?
Milli değer milli değer diyen çığırtkanlar, neden magazini ana habere taşıyor?

Anlamıyorum …
Normal okuldan mezun olanlar ‘normal’, özel okuldan mezun olanlar ‘çok özel’ mi oluyor?
Oysa istisnasız her bir Öğretmen aynı cehaletle savaşıyor…
Çok yaşamak, çok okumak bir insanı bilge mi yapıyor?
Derin bir gözle bakmadıkça, yaşamanın da okumanın da ne değeri kalıyor?

Anlamıyorum…
Neden çok gülmenin adı ‘hafifmeşreplik’, çok ağlamanın adı ‘zayıflık’ oluyor?
Hem gülmeye, hem ağlamaya; kadın da erkek de eşit oranda ihtiyaç duyuyor...
Neden ihanet suç, sevmek namus? İkisi de tek kaynaktan aynı nehre akıyor.
Ölüm bir bedenin ölmesi mi? İnsan elini kolunu sallaya sallaya da bir ölü gibi dolaşabiliyor...

Anlamıyorum, teorikte doğrulanan sözler, pratikte nasıl bu kadar sekteye uğrayabiliyor?
İnsan konuştuğu gibi yaşamayı mı beceremiyor?

‘Özü sözü bir’ dediğimiz insanlar neden daha erken ölüyor, dürüstlük hayatı mı kısaltıyor?

Neden ‘yenilen pehlivan güreşe doymuyor’… galibiyet çok yenilmekten mi geçiyor?

Neden ‘öfkeyle oturan zararla kalkıyor’,… öfke çıkmadan sabra sıra mı gelmiyor?

Neden en çok zırvalayanlar en çok başkalarını suçlayanlar…
delilik kendini haddinden fazla sevmekle mi geliyor?

Neden herkes herşeyi bilmeye çalışıyor, tek bir şeyin herşeyini bilmek yetmiyor?

Neden ‘güzel’ bulmadığı bir şeye ‘değişik’ diyor insan, karşısındakini incitmekten mi korkuyor?

Anlamıyorum neden hayatı büyük mücadelelerle geçen insanlar, sevgi de daha verici oluyor,
Mücadele ruhu, sevgiyi korumayı ve sevgiye sahip çıkmayı mı öğretiyor?

Neden herşey sabah aydınlığında aranıyor?
Oysa gecenin içinde yıldızlar daha çok parlıyor…

Anlamıyorum,...
Neyin kavgasını veriyoruz birbirimizi üzerek?
Aç bir çocuğun eğik başı, hepimizin ciğerini dağlıyor...

Neden komşumuzu gördüğümüz yer ya kürkü ya da koltuğu?
İnsanın tek ve gerçek yuvası misafir olduğu ruhu.

Anlamıyorum neden insan, kendini kendine saklıyor?
Mezar taşları konuşmayı bilmiyor…

Sizin hiç penceresine bisiklet dayadığınız eviniz oldu mu?






Sizin hiç penceresine bisiklet dayadığınız eviniz oldu mu? Anahtarınızı pervazına iliştirdiğiniz, terliklerinizi demirine sıkıştırdığınız, fesleğenin genzinizi yakan kokusu ve topraktan çeşit çeşit saksılarınızın olduğu bir pencereniz oldu mu?

O pencereyi suladınız mı güneş yakarken ortalığı? Duvardan akan suların yolu ıslattığı, o ıslanan yolda çomakla yol yaptığınız kuşların su içtiği... sevip sevip uydurduğunuz bir sevgilinin adını ağaca kazıdığınız bir sokağınız oldu mu hiç?... Akşamları işten dönecek de balon getirecek diye beklediğiniz babanız oldu mu sokak kapısının merdivenlerinde? Peki küçük kardeşinizin okul yolunu gözlediniz mi pencere önünde? Ya karıncalar! Seyrettiniz mi gün boyu önünüzden yola akan konvoyu?

Apartman boşluklarından, açılmayan çift camlı hava geçirmez yüksek pencerelerden, sadece ve sadece kapıcıyla kurulan iletişimden, bisikletinizi 30 kilitli bir oyuncaktan ibaret balkon süsüne çevirmekten, çiçekleriniz varsa bile aşağıya su sıçrar telaşıyla onları güzelim baharlarda sereserpe sulayamamaktan başka bir hayatınız olmadı mı yoksa?... Nasıl bir dört duvarda kaybolmak bu?

Bütünleşmeden toprakla ağaçla, çelikle çomakla, pencereyle pervazla, korkarak hırsızdan uğursuzdan, yalnızlıktan, sevgisizlikten, daha nereye kadar kaçarak yaşamak?

Eğer bisikletinizi dayadığınız bir pencereniz olduysa bir zamanlar, eğer evinizin duvarına çarpan misketleriniz olduysa ve bahçedeki kuyudan su içtiyseniz, karşı ki komşuya bir kase çorbayı çok görmediyse anneniz, sevmeyi sevilmeden de başarabildiyseniz, yokluklarınızı bir başkasına en önemlisi annenize babanıza yüklemediyseniz, siz de bir zamanlar yaşadınız demek ki...

Bir zamanlar hakikaten bir turuncu ev vardı ve perdelerini annem örmüştü, ben saksıda ki çiçekleri sulamıştım. Bisikletimi pencereye dayayıp uyurdum geceleri. Karşı komşumuz Lütfiye teyzenin bilirdim beni kollayacağını topumu alınca diğerleri. Küçük kardeşim yaramazdı biraz, toz toprak gelirdi karşıki mahalleden. Annem kızmazdı. Bilirdi ki biz çocuktuk. Bilirdi çocukluğumuzun en güzel anları, perdelerini ördüğü pencerelerde, kapısını babamın taktığı bu evde yaşanacaktı ve asla geriye dönüşü olmayan güzel anların kaynağı olacaktı. Mutlu geçirilmiş bir çocukluğun üzerine, büyük şanssızlıklar da eklense, siz kötü bir insan olamazdınız, annem bunu bilirdi...

Biz o kadar mutluyduk ki korkmadık hiç bir şeyden. Hiç aç kalmadık sevgiye, özveriye, saygıya, merhamete. O turuncu boyalı penceremiz, 4 oda bir sofa evimiz yıkılmaya yüz tutsa da, biz hiç utanmadık yokluklardan, çünkü yokluklarımızın ana fikri para olmadı hiç bir zaman.

Kapımız, penceremiz herkese açıktı. Biz evimizi, kapımızı, penceremizi, herkesi ve birbirimizi çok sevdik.

Çok sevdik...