Hiç düşündün mü; seni evine götüren yolun kaçıncı taşında, hangi köşesinde durdun, bekledin, düşündün?... Bu her sabah üzerinde yürüdüğün, sağını solunu ezbere bildiğin çukurların, tümseklerin, asfalt ve toprak uzantıların hangisinden atladın yahut hangisinin içine düştün? Gözlerin açık uyanamamışlığınla, akşamdan kalmalığınla, gece körkütük evin yolunu bulmaya çalışırken, hangi taşları saydın ve sıkılmadın?.. Başarılarla yahut haksız yenilgilerle, sevinçlerle yahut kederlerle, bekleyen biri olup olmadığına aldırmaksızın yahut özlemini çekerek, tek başına yahut elele, alelacele yetişme kaygısıyla, savruk bir gezinti anında gibi dolaşarak, köşebaşından şu taksi durağına kaç saniye tuttun?... Belki de hiç sevmedin bu yaşadığın sokağı, belki öylesine yaşadın ve farkına varmadın taşların rengini. Bir çok renk vardı oysa o taşlarda...
Sabahları griydiler mesela. Soğukta ellerin üşürken ve bakışların eğikken, yalnızken ve dokunulamayacak kadar hüzünlüyken, sabırlıyken ve beklerken, huzursuz ve kararsız olduğunda mesela griydiler. Tıpkı gökyüzü gibi, tıpkı havada asılı kalan sözcükler, söylenemeyen düşler, kıyıya vuran ölü balıklar gibi griydiler ve tek kelime etmediler tıpkı senin gibi...
Sonra deli kırmızıydılar da, yazın güneşin altında. Sıcaktan bunalmıştın ve ağır ağır yürümüştün taşlarda. Bir güzel kız görmüştün köşeyi dönüverince, çocukların fırlattığı topu ayak pasınla geri göndermiştin. Bir dükkan camında aksini görüp boyluboyunca kendini seyretmiştin, seni bir denize yahut başka bir sokağa götüren bu taşlarda. Belki ilk bu sokakta, ilk bu sokak taşlarının üzerinde aşık olmuştun yahut farkına varmıştın. Ayakların yerden kesilip havada yürümüştün. Yüzüne yansımıştı kırmızı ve belki bunun farkına dahi varamayacak kadar heyecan doluydun. Kocaman itirafları bir küçücük kelimeye dönüştüremeyecek kadar ve sevdiğine kırmızı bir elma sunamayacak kadar ve korkularını korkaklık olarak göremeyecek, beklentilerini söyleyemeyecek, hissettiklerini düşlediklerini kusamayacak kadar gurur doluydun o taşlarda. Kıpkırmızıydılar tıpkı yüreğin gibi...
Sonbaharın sarısında da mı görmedin kendini o taşlarda? Birinin ölüm haberini almıştın belki, solmuştu yüzün gözlerin. Ağır aksak yol kenarı kaldırım başı bir böceği ezip motif yapmıştın, küfretmiştin, çöpkutusuna bir tekme atmıştın, sokak kapısının kolunu kırmıştın, özlemlerine yeni biri daha eklenmişti ve bir sonbahar ölümü içine işlemişti. Yıkılmaz ve yenilmez olmayı öğrenmiştin. Sonbahar da taşlar suskun olur, sonbahar da ölümler ölümsüz olur... Hiç saymadın mı kaç taş var köşeden eve varana kadar, bakışların yerdeyken ve kolların ve ayakların ve yüreğin yerdeyken saymadın mı hiç?..
Taşların rengi var evet... Gökyüzü gibi masmaviyken, baharken ve yüreğin yerinden fışkırıverecekken, herkesi herşeyi ölürcesine seviyormuşcasına, kıpır kıpır aşk doluyken görmedin mi taşları? Onlar da haylaz bir çocuk gibi yürüyorlardı ayaklarının altında, tıpkı senin gibi...
Yoksa sen de; görmek için, duymak ve anlamak ve hissetmek ve düşünmek ve koşmak ve sevmek için, hiç pişman olmamak ve hiç geri dönmemek için, elveda dememek için, korkularını, üzünçlerini ve delice sevmelerini saklayıp söylememek için, arkadaş içi yalnızlıkların ve sayıp dökemediklerin için... kafasını gökyüzüne kaldırıp hep bir mavide mi arayanlardansın kendini?
Eğer hala göremediysen taşları… üzerinde dolaştığın, çoğaldığın ve yaşadığın taşların rengini göremediysen hala, sana kocaman bir gökyüzünün ne yardımı olabilir?
Belki kırmızı bir kontür geçmiyor hayatından, uçuk sarılarla savrulup, derin mavilerde soluk almıyorsun. Renklerin bir sıcak çorbanın kırmızısında takılıp kaldı ve umutların yarına devreden bir kaç rakam... Oysa yolları belirleyen, taşları dizen, sokağa rengini veren sensin.
Ağaçlıklı bir yolda mı yürürken kokular daha yeşil, araba kornalarıyla çınlarken mi bir asfalt yol daha gri?, deniz daha mavi neredeyse orayamı gitmeli? Yoksa durup beklemeli mi mavinin, kırmızının, yeşilin ve tüm renklerin ayağının altına serilmesini?... Hiç bir yük kendinden daha ağır, hiç bir umut kendinden daha umut, hiç bir renk kendinden daha rengarenk olabilir mi? Hiçbir yol gidilemeyecek kadar uzak olabilir mi? Ve ellerin ceplerinde, gökyüzü bembeyazken, burnunun ucunu göremeyecek kadar kafan yukarıdayken, sana dokunan elleri hissedebilir misin?. Karıncaları ve onların koca dünyasını düşünmediğin için hiç, o sokakların içinde yaşayan perdeleri sıkısıkıya kapalı insanların kabaran yalnızlığını düşünmediğin için, yanıbaşında bir sıcak solukla uyanmadığın, kendini kendinin efendisi gördüğün için, koşmak ve koşmak ama kıkırdamamak, kahkahalarda çoğalmamak, üzünçlerde ağlamamak için, koca bir hükümdar kılığında yalpalamamak için, saymadın taşları. Sana değil sözüm, Seni tanımıyorum ki... Yeniden başlamak için hayata, onların doğru yerlerde olup olmadığına bir bakıyorum sadece...sadece bakıyorum... sadece...
Ve bir gün... bir sabah, taşlı bir yokuştan evime kadar saydım taşları, yıllar sonra ilk defa. Seninle aramızda, 1235 geçmetaş , 2km. asfalt yol, 15 dakika vardı... O günden sonra değişti hayat. Beni sana getiren her yolda saydım taşları, renklerini gördüm tek tek... Sen böyle başladın...
taşlar... üstüste koyarsan yıkılır , yalnız bırakırsan kırılır, itinayla yanyana yerleştirmeli ki evinin yolunu bulabilesin .
Evimin dış sokak kapısını geçiverince, demir ızgaranın hemen ilerisinde, kavisli demirden çiçekliğin önünden iki yana uzanan kaldırım taşının hemen sağında ikinci taş var ya... işte o sensin...
Beğendin mi?
Sibel Bengü
Sabahları griydiler mesela. Soğukta ellerin üşürken ve bakışların eğikken, yalnızken ve dokunulamayacak kadar hüzünlüyken, sabırlıyken ve beklerken, huzursuz ve kararsız olduğunda mesela griydiler. Tıpkı gökyüzü gibi, tıpkı havada asılı kalan sözcükler, söylenemeyen düşler, kıyıya vuran ölü balıklar gibi griydiler ve tek kelime etmediler tıpkı senin gibi...
Sonra deli kırmızıydılar da, yazın güneşin altında. Sıcaktan bunalmıştın ve ağır ağır yürümüştün taşlarda. Bir güzel kız görmüştün köşeyi dönüverince, çocukların fırlattığı topu ayak pasınla geri göndermiştin. Bir dükkan camında aksini görüp boyluboyunca kendini seyretmiştin, seni bir denize yahut başka bir sokağa götüren bu taşlarda. Belki ilk bu sokakta, ilk bu sokak taşlarının üzerinde aşık olmuştun yahut farkına varmıştın. Ayakların yerden kesilip havada yürümüştün. Yüzüne yansımıştı kırmızı ve belki bunun farkına dahi varamayacak kadar heyecan doluydun. Kocaman itirafları bir küçücük kelimeye dönüştüremeyecek kadar ve sevdiğine kırmızı bir elma sunamayacak kadar ve korkularını korkaklık olarak göremeyecek, beklentilerini söyleyemeyecek, hissettiklerini düşlediklerini kusamayacak kadar gurur doluydun o taşlarda. Kıpkırmızıydılar tıpkı yüreğin gibi...
Sonbaharın sarısında da mı görmedin kendini o taşlarda? Birinin ölüm haberini almıştın belki, solmuştu yüzün gözlerin. Ağır aksak yol kenarı kaldırım başı bir böceği ezip motif yapmıştın, küfretmiştin, çöpkutusuna bir tekme atmıştın, sokak kapısının kolunu kırmıştın, özlemlerine yeni biri daha eklenmişti ve bir sonbahar ölümü içine işlemişti. Yıkılmaz ve yenilmez olmayı öğrenmiştin. Sonbahar da taşlar suskun olur, sonbahar da ölümler ölümsüz olur... Hiç saymadın mı kaç taş var köşeden eve varana kadar, bakışların yerdeyken ve kolların ve ayakların ve yüreğin yerdeyken saymadın mı hiç?..
Taşların rengi var evet... Gökyüzü gibi masmaviyken, baharken ve yüreğin yerinden fışkırıverecekken, herkesi herşeyi ölürcesine seviyormuşcasına, kıpır kıpır aşk doluyken görmedin mi taşları? Onlar da haylaz bir çocuk gibi yürüyorlardı ayaklarının altında, tıpkı senin gibi...
Yoksa sen de; görmek için, duymak ve anlamak ve hissetmek ve düşünmek ve koşmak ve sevmek için, hiç pişman olmamak ve hiç geri dönmemek için, elveda dememek için, korkularını, üzünçlerini ve delice sevmelerini saklayıp söylememek için, arkadaş içi yalnızlıkların ve sayıp dökemediklerin için... kafasını gökyüzüne kaldırıp hep bir mavide mi arayanlardansın kendini?
Eğer hala göremediysen taşları… üzerinde dolaştığın, çoğaldığın ve yaşadığın taşların rengini göremediysen hala, sana kocaman bir gökyüzünün ne yardımı olabilir?
Belki kırmızı bir kontür geçmiyor hayatından, uçuk sarılarla savrulup, derin mavilerde soluk almıyorsun. Renklerin bir sıcak çorbanın kırmızısında takılıp kaldı ve umutların yarına devreden bir kaç rakam... Oysa yolları belirleyen, taşları dizen, sokağa rengini veren sensin.
Ağaçlıklı bir yolda mı yürürken kokular daha yeşil, araba kornalarıyla çınlarken mi bir asfalt yol daha gri?, deniz daha mavi neredeyse orayamı gitmeli? Yoksa durup beklemeli mi mavinin, kırmızının, yeşilin ve tüm renklerin ayağının altına serilmesini?... Hiç bir yük kendinden daha ağır, hiç bir umut kendinden daha umut, hiç bir renk kendinden daha rengarenk olabilir mi? Hiçbir yol gidilemeyecek kadar uzak olabilir mi? Ve ellerin ceplerinde, gökyüzü bembeyazken, burnunun ucunu göremeyecek kadar kafan yukarıdayken, sana dokunan elleri hissedebilir misin?. Karıncaları ve onların koca dünyasını düşünmediğin için hiç, o sokakların içinde yaşayan perdeleri sıkısıkıya kapalı insanların kabaran yalnızlığını düşünmediğin için, yanıbaşında bir sıcak solukla uyanmadığın, kendini kendinin efendisi gördüğün için, koşmak ve koşmak ama kıkırdamamak, kahkahalarda çoğalmamak, üzünçlerde ağlamamak için, koca bir hükümdar kılığında yalpalamamak için, saymadın taşları. Sana değil sözüm, Seni tanımıyorum ki... Yeniden başlamak için hayata, onların doğru yerlerde olup olmadığına bir bakıyorum sadece...sadece bakıyorum... sadece...
Ve bir gün... bir sabah, taşlı bir yokuştan evime kadar saydım taşları, yıllar sonra ilk defa. Seninle aramızda, 1235 geçmetaş , 2km. asfalt yol, 15 dakika vardı... O günden sonra değişti hayat. Beni sana getiren her yolda saydım taşları, renklerini gördüm tek tek... Sen böyle başladın...
taşlar... üstüste koyarsan yıkılır , yalnız bırakırsan kırılır, itinayla yanyana yerleştirmeli ki evinin yolunu bulabilesin .
Evimin dış sokak kapısını geçiverince, demir ızgaranın hemen ilerisinde, kavisli demirden çiçekliğin önünden iki yana uzanan kaldırım taşının hemen sağında ikinci taş var ya... işte o sensin...
Beğendin mi?
Sibel Bengü