Belki garip gelecek ama, İstanbul’da ilk defa bu çamur deryası, trafik karmaşası, şemsiye furyası ve su sıçratan arabalar canımı sıkmadı... İlk defa...
İlk defa bir sahil kasabasında inceden yağan yağmurun tenteden toprağa süzülüşünü görmek istemedim. Vazgeçilemeyecek bir zaman da yaşadığımdan değil, tam tersine vazgeçilebilecek bir anı yakaladığımdan... Evet herşeyden ama herşeyden vazgeçebilmenin aslında ne kadar da kolay olduğunu anladığımdan. Öyle şiddetli bir su boşalması ki bu; defolup gitmelerin, terkedişlerin, köpek gibi rezilce sevmelerin, hınca hınç sevişmelerin zamanı. Ne durdurur seni! Savrul göklere, yağ, yık, geçip git sonra hiç birşey olmamış gibi, durul bulutlarda. Kim tutar ki seni kim?. Sen küçük masum bir su damlasısın nasılsa. Bu kadar işte! Şu küçük masum su damlasının açtığı işlere bakın diyecekler en sonunda.
Hep küçük şeyler diyor Bülent Ortaçgil. Hep küçük şeyler; büyük fırtınaların, büyük kopuşların, büyük aldanışların, ihanetlerin ve daha nelerin başlangıcı değil mi?. Ben o miniminnacık su damlası gibi, o fırtınanın patladığı aydınlık anı gibi, asi bir rüzgarın içinde yırtıp geçmek istiyorum gökyüzünü. Ve öyle inmek istiyorum İstanbul'a... öyle yağmak istiyorum İstanbul sokaklarına... Hisar’a, Maslak’a, Eyüp’e, Koşuyolu’na. Yağıp geçmek istiyorum. Ben böyle havaları seviyorum İstanbul’da. O korkunç gümbürtülerle başlayan sabahların, derin bir sezsizliği getiren akşamları olacağı için belki. Böyle bir sessizliği ancak ve ancak büyük bir savruluşla kazanabileceğim için belki. Tıpkı ben de öyle suskun bekleyişlerin içinde bir gürleyip bir yok olmak istediğim için belki.
Ben İstanbul’u seviyorum. İstanbul’un bataklık çamurlarını bile seviyorum. Taksilerin, minibüslerin, otobüslerin fren, korna ve küfür seslerine aldırmadan. Kolum, bacağım, göğsüm, kafam ağrımadan, çıldırmak için en uygun zaman... şimdiki zaman. Gitmek için, gelmek için, yağmak, dökülmek için, kaybolmak için, ölmek için, bir doğal afetin kollarına sığınıp korkaklıklarımı kusmak için en uygun zaman...şimdiki zaman... Güneşin açmasını beklersem yine o yokmuş gibi davrandığım duygularımı öldürmeyi başaramayacağım için. Bir kuyudan, bir köprüden, bir sağanaktan ve en önemlisi senden uzaklaşabilmeyi,
bir güneşli bahar gününde başaramayacağım için. Böyle havaları seviyorum İstanbul’da.
Bir kurşun darbesiyle beyninden vurulmak gibi, tek hamlelik ve geri dönüşsüz olmalı bu gitmeler. Gittin mi bitmelisin yani. Bedenin düşmeli su dolu caddelerin kıyısına sessizce. Sen kopan birşeylerin farkında olarak yavaşça yere yığılıvermelisin. Görenler bir aşk cinneti demeliler. Ölürken bile gülebilmelisin. Ah İstanbul beni ne hallere koydun diye... O yokuş sokağın kaldırım taşında, yüzünden boynuna akan incecik kanın karışıp gittiği sele aldırmaksızın, bir kere de ölmelisin.
Tamam....İtiraf ediyorum ben kızdım da bu karabasan gibi İstanbul’a düşen asabi yağmura. Üzdü beni kabul. Kendimi patlamaya hazır bir fırtına anı gibi gördüğümden mi, fırtına sonrası dinginliği özlediğimden mi, yoksa kaçışlarımın nedenini o fırtına anının üstüne atıp rahatlayacağımı düşündüğümden mi bilmem. İlla ki kaçtığım illaki kurtulamadığım o küçücük su damlasının bile yaptığını yapamadığım, yağıp geçemediğim, yıkayıp geçemediğim, kalbimi katıp önüme götüremediğim için mi bilmem. ‘özledim’ demek yerine, oturup bu rezilce yağmur kabusunu yazdığım için mi bilmem!...neye kızdım?
Gelgör ki... ben yine de seviyorum İstanbul’u bu havalarda. Çünkü ne olmazsa olmasın, içinde sen varsın...
28 Eylül 2006-AÇIKGAZETE
http://www.acikgazete.com/?newsid=11925&category=164
sibelbengu@yahoo.com
İlk defa bir sahil kasabasında inceden yağan yağmurun tenteden toprağa süzülüşünü görmek istemedim. Vazgeçilemeyecek bir zaman da yaşadığımdan değil, tam tersine vazgeçilebilecek bir anı yakaladığımdan... Evet herşeyden ama herşeyden vazgeçebilmenin aslında ne kadar da kolay olduğunu anladığımdan. Öyle şiddetli bir su boşalması ki bu; defolup gitmelerin, terkedişlerin, köpek gibi rezilce sevmelerin, hınca hınç sevişmelerin zamanı. Ne durdurur seni! Savrul göklere, yağ, yık, geçip git sonra hiç birşey olmamış gibi, durul bulutlarda. Kim tutar ki seni kim?. Sen küçük masum bir su damlasısın nasılsa. Bu kadar işte! Şu küçük masum su damlasının açtığı işlere bakın diyecekler en sonunda.
Hep küçük şeyler diyor Bülent Ortaçgil. Hep küçük şeyler; büyük fırtınaların, büyük kopuşların, büyük aldanışların, ihanetlerin ve daha nelerin başlangıcı değil mi?. Ben o miniminnacık su damlası gibi, o fırtınanın patladığı aydınlık anı gibi, asi bir rüzgarın içinde yırtıp geçmek istiyorum gökyüzünü. Ve öyle inmek istiyorum İstanbul'a... öyle yağmak istiyorum İstanbul sokaklarına... Hisar’a, Maslak’a, Eyüp’e, Koşuyolu’na. Yağıp geçmek istiyorum. Ben böyle havaları seviyorum İstanbul’da. O korkunç gümbürtülerle başlayan sabahların, derin bir sezsizliği getiren akşamları olacağı için belki. Böyle bir sessizliği ancak ve ancak büyük bir savruluşla kazanabileceğim için belki. Tıpkı ben de öyle suskun bekleyişlerin içinde bir gürleyip bir yok olmak istediğim için belki.
Ben İstanbul’u seviyorum. İstanbul’un bataklık çamurlarını bile seviyorum. Taksilerin, minibüslerin, otobüslerin fren, korna ve küfür seslerine aldırmadan. Kolum, bacağım, göğsüm, kafam ağrımadan, çıldırmak için en uygun zaman... şimdiki zaman. Gitmek için, gelmek için, yağmak, dökülmek için, kaybolmak için, ölmek için, bir doğal afetin kollarına sığınıp korkaklıklarımı kusmak için en uygun zaman...şimdiki zaman... Güneşin açmasını beklersem yine o yokmuş gibi davrandığım duygularımı öldürmeyi başaramayacağım için. Bir kuyudan, bir köprüden, bir sağanaktan ve en önemlisi senden uzaklaşabilmeyi,
bir güneşli bahar gününde başaramayacağım için. Böyle havaları seviyorum İstanbul’da.
Bir kurşun darbesiyle beyninden vurulmak gibi, tek hamlelik ve geri dönüşsüz olmalı bu gitmeler. Gittin mi bitmelisin yani. Bedenin düşmeli su dolu caddelerin kıyısına sessizce. Sen kopan birşeylerin farkında olarak yavaşça yere yığılıvermelisin. Görenler bir aşk cinneti demeliler. Ölürken bile gülebilmelisin. Ah İstanbul beni ne hallere koydun diye... O yokuş sokağın kaldırım taşında, yüzünden boynuna akan incecik kanın karışıp gittiği sele aldırmaksızın, bir kere de ölmelisin.
Tamam....İtiraf ediyorum ben kızdım da bu karabasan gibi İstanbul’a düşen asabi yağmura. Üzdü beni kabul. Kendimi patlamaya hazır bir fırtına anı gibi gördüğümden mi, fırtına sonrası dinginliği özlediğimden mi, yoksa kaçışlarımın nedenini o fırtına anının üstüne atıp rahatlayacağımı düşündüğümden mi bilmem. İlla ki kaçtığım illaki kurtulamadığım o küçücük su damlasının bile yaptığını yapamadığım, yağıp geçemediğim, yıkayıp geçemediğim, kalbimi katıp önüme götüremediğim için mi bilmem. ‘özledim’ demek yerine, oturup bu rezilce yağmur kabusunu yazdığım için mi bilmem!...neye kızdım?
Gelgör ki... ben yine de seviyorum İstanbul’u bu havalarda. Çünkü ne olmazsa olmasın, içinde sen varsın...
28 Eylül 2006-AÇIKGAZETE
http://www.acikgazete.com/?newsid=11925&category=164
sibelbengu@yahoo.com